12 Ağustos 2008 Salı

Sah-i Bilvanis hz Amerika Sohbeti

Allah’ın şeriatından sonra tabii ki muhakkak Resulullah sallallahualeyhivesellemin sünnet-i seniyyesi, onunla yaşamak, onunla ihya etmek ondan sonra tarikatı aliye geliyor. Tarikatın temeli şeriattır. Eğer şeriat olmasa ne tarikat olur, Ne hakikat olur, Nede marifet olur. Her şeyden önce muhakkak ki temel sağlam olması lazım. Temel sağlam zemine oturtulması lazım. Yoksa zemin sağlam değilse binayı ne kadarda güzelleştirirsen ne kadarda tenzihleştirsen altınlarla, gümüşlerle, zemin kaykansa, zemini yoksa, esası yoksa, temeli yoksa, yıkılmaya çok kısa bir zamanda mümkündür.


O tezih de hiçbir şeyde ifade etmez. Onun için muhakkak ki insanında temeli sağlam olması lazım. Dayatma ile zorla hiçbir şey olmaz. Hiçbir yere varmak münkün değildir. İnsan daimül evkat neye bakacak Allah’ın şeriatına bakacak. Allah’ın emrine bakacak. Eğer Allah yasak etmişse muhakkak zaten hepimiz o yasağa uymamız lazım. Hayır eğer Allah yasak etmemişse Allah’ın Resulü yasak etmemişse, sünnetin dışına çıkmamışsa, sünnete muhalif değilse o zaman kimsenin hakkı yoktur ki dayatsın ki illa böyle olacak diye bir kayde ve kural olmaması lazım. Tabii Allah cellecelaluhunun şeraiti insan onla yaşasa onla kalksa onla otursa bütün hayatını ona standart etse en güzeli odur gerçek yolda odur hakikat da odur. Ondan sonra muhakkak ki Allahın resulunün sünnetiyle mütemesip olmak lazım. Onla ihya olmak lazım. Onla kalkıp oturması lazım. Ondan sonra da Sadat-ı ikramın koyduğu adapları ve edepleri ile insan onlarla da ihya olması lazım.


İnsan kendine uydurması lazım. Onları kendimize değil biz kendimizi onlara uyduracağız adaba göre edebe göre zorla bir yere varılmaz zorla illa böyledir demekle de bir yere varılması mümkün değildir. Onun için eğer Allah yasak etmişse ne ala Allahın resulü yasak etmişse ne ala Sadat-ı ikramda bir şey yasak etmişse ne ala. Ama onun dışında kendi kafamızda kendi cehaletimizle kendi görünüşümüzle kalkıp yeni kaide kuralla kanunlar koysak o zaman hem Allah katında, hem Allahın resulü katında hem sadatlarının katında insan mesuldür insanın başı eğiktir insan her zaman mahçuptur. Muhakkak ki tarikat- aliyede Gavs kaddasallahusirrahulaliye her zaman öyle söylüyordu. İnsan fazlada yaparsa tarikatın dışına çıkarsa fazla hükümler meydana gelse sadatların nispeti kesilir, Muhabbet kesilir, Aşk kesilir, Feyz kesilir.


Az da yaparsan adabı yerine getirmezsen gene feyz de gider, nispette gider, aşk ta gider hiçbir şeyde kalmaz. Kupkuru insan kalır. Onun için muhakkak ki kitaplar var adaplar var edepler var ölçüler var hepsi elimizde mevcutsa kalkıpta biz iki tane cahilin ağzı ile hareket etmemiz mümkün değildir müsamaha etmemizde mümkün değildir. Eğer biz müsamaha edersek bizde muhakkaki ona iştirak etmiş oluruz.

Tasavvuf ise bir yoldur. Tarikat demek yol demektir. İnsan eğer Allaha bakıyorsa lavra ibadet insan kime yapıyorsa Allaha yapıyorsa mademki insan Allaha yaptığına göre o ibadeti şahsa yapmıyor insan. İnsanın hidayeti nerdeyse insanın muhabbeti nerdeyse insan nerde daha fazla Allah’ı seviyorsa, daha fazla insanın kalbi Allaha yaklaşıyorsa insan ordadır. İnsan şahıs için değildir Allah için insan gider.

Tabii muhakkak ki tarikte insan bakıyor bu sadatı ikramların hayatına baktığı zaman Şahı Nakşibend kaddasallahusirrahulaliye on, onüç tane şeyh değiştirmiş en son Seyyid Emir Külal’ da bulmuş hidayetini. Gavsi hizan kaddasallahusirrahulaliye kendi halife idi Kadiri halifesi idi. Van’da bir sürü cemaati vardı müridleri vardı.


O kadarda güzelde vardı ki çevresi büyüktü. Sonra neye gitti Seyyid Taha gitti tekrar kısa bir müddet içinde halifelik ikinci bir sefer Seyyid Taha’dan aldı. Şeyh Abdurrahmani taği kaddasallahusirrahulaliye oda halife idi oda kadiri halifesi idi Gavs kalktıktan sonra gavsi hizan tekrar neye gidiyor gavsi hizanın yanına gidiyor oda amel etmeye başlıyor. Tekrar gavsın yanında halife oluyor. Tabii bizim cehaletimizden dolayı neden böyle neden. Gaye Allah’tır. İnsanın hidayeti nerde olursa orda olur. İnsanın babası gavs’da olursa hidayeti bazen Allah cellecelaluhu insanın babasının elinden vermiyor. İnsan başka yere gidiyor Allah’ın takdirine insanın kaderine insanın şeysine neyse yazılı odur onun dışında mümkün değildir.


Elhamdülillah biz yabancıya gitmedik eğer silsilenin dışından birisinin yanına gitseydik hakikatten gene ben üzülmezdim çünkü gaye Allah’tır. Gayemiz şahıs değildir. Ben hiç üzülmezdim. Elhamdülillah Seydayi molla Abdulbaki (Şahı Urfa) kaddasallahusirrahulaliye büyük bir zattır. Sultan hz. Beş altı sene odan ders almıştır. Seyyid Abdulbaki hz. Gene onun talebesidir. Molla Ahmet Sultan hz. Halifesi gene onun talebesidir. Seyyid Abdulbaki hz.'nin Halifesi Molla Mustafa gene onun talebesidir. Bunlar hepsi seydanın yanında okumuşlar analarımız tutsun nineme kadar hepsi seydadan ders almıştır. İkinci seydayi molla Abdulbaki kaddasallahusirrahulaliye Sultan hz. Öz dayısının oğludur. Onun dedesiyle Gavs kaddasallahusirrahulaliyenin dedesi kardeştir. Yani her iki tarafta da yabancıya gitmemişiz. Silsilenin dışınada çıkmamışız. Efendim hatmesi değişiktir.


Hatme kimsenin malı değildir. Hatme kim idare ediyor Resulullah sallallahualeyhivesellem hatmenin reisi Hazreti Relullullahtır. Teveccüh kimdir. Teveccüh sadatı ikramdır. Sevk ve idaresini yapıyor. Ama hatmeyse Hazreti Resulullah yapıyor. Sultan hz. Kaddasallahusirrahulaliye defalarca bize diyordu mübarek, sor nakşibendiyse karıştırmayasın usulümü yapmış sekiz şart mı yapmış tek desinki ben nakşibendiyim yeter katılabilir gözü dahi açarsa dahi ona deyin ki 25 sefer estağfirullah de otur. Bu cahalet neden acaba ahmetin hatmesine girmeyin mehmetin hatmesine girmeyin bir cehaletten başka hiçbir şey değildir. Bunun hiçbir sadat ne gavs kaddasallahusirrahulaliye ne sultan hz. Önceki sadatlar kimse yasak koymamıştır. Koymasıda mümkün değildir.


Lavra Gavs kaddasallahusirrahulaliye biz nurşine gidiyorduk hatmeye giriyorduk. sultan hz’leriy Beraber nurşine gidiyorduk hatmeye giriyorduk ne Şahı haznenin ismi vardı ne gavs kaddasallahusirrahulaliye ismi vardı. Kendi şeyhlerinin ismini okuyorlardı. Biz hatmeye oturuyorduk. Hazneye gidiyorduk ha keza. Neden ama acaba böyle yasak olmaz. Adap var edep var adabın dışına çıkmamak lazım ben sami efendinin de hatmesine katılmışım Efendime söyleyim Mahmut efendi belki en az beş altı sefer sabah namazından sonra vatandaş olarak gitmiş katılmışım. Dünde Almanya da sami efendinin müritleri vardı Mahmut efendinin hepsinin herkesin hatmesidir bu Nakşibendi tarikatı o kadar çoluk çocuğun elinde değildir. Oyuncak değildir. Kitap var adap var. Efendim emir böyledir. Madem ki kitap çizmişse yazmışsa varsa adabın dışına çıkmamak lazım adabı şeyh fettullah söylüyor ise, gavsi hizan söylüyor ise, minah söylüyor ise işaret söylüyor ise tüm bu kitaplar söylüyor ise bunun dışına niye çıkacağız. Kimsenin hakkı yoktur.


Seydayi molla Abdulbaki kaddasallahusirrahulaliye dediki :

"Ben köyde imamdım köyün halkı şeyh Mahmut’un müritleriydi. Şeyh Mahmuttun iki tane evladı geldi. İlla sen hatmeyi yaptır. Ben hatmeyi yaptım. Ben Gavs hz. İsmini okudum onların babasının dedesinin ismini okumadım hatmede." Hatmeden sonra Seydayi Molla Abdulbaki hz. 'ni dedem çağırtmış. O zaman dedem de Gavs hz. Sofisi değildi. Hacı şeyh. "onun odasına beni çağırdılar dedi molla Abdulbaki bizim rızamız yoktur. Niye mademki bizim müritlerin içinde hatme yapıyorsun bütün burası bizim müritlerimizdir. Sen niye bizim dedelerimizin ismini okumuyorsun dedi kurban adap böyledir sesimi çıkartmadım diyor Gavs’a gittim kaddasallahusirrahulaliye böyle böyle kurban diyorlar ki hepsi bizim müritler hiç kimse yok bir tek benim Gavs hz. Müridi" geri kalan bütün seyyid köyü benim dayılarımın köyüsü hepsi şeyh mahmutun sofisidir.


Gavs ne emir ediyor gavs buyurduki: "molla Abdulbaki sen bekle ben hizneye gideyim şahı hizneye sorayım ona göre ben sana haber edeyim. Diyor Şahı hazneye gittikten sonra geldikten sonra beni çağırdı dediki molla Abdulbaki onların babaları dedeleride ismini hatmede oku bir şey olmaz bir şey olmaz."

Yani niye bunu bu kadar dara sokuyoruz kendi kafamızdan Almanya dedi geldi bana söyledi bize emir gelmiş ki seyyid fevzeddinin hatmesine girmiyeceksiniz. Ben dedim ben dağdan gelmemişim Sultansa benim babamın ismini okuyorum. Dedeminde ismini okuyorum oda sultan hz halifesi buda sultan hz halifesi o afedersin hristiyandan almamış ki yahudidende almamıştır. Her ikiside sultanın halifesi bende sultanın malıyım oda sultanın malı seyyid Abdulbaki hz. Sultanın malıdır. Bunu daha değişik yoran varsa yani kendi kanaatını yürüten insanlar varsa onlar zalimdir kendi nefsine zulm ediyorlar insanlarada zulm ediyorar. Biz dağdan gelmemişiz.


Bizde otuz sene sultan hz ayağının dibinde oturmuşuz. On senede gavs hz. Dibinde oturmuşum 11 senede Seyyid Abdulbaki hz. Nazarının altında kalmışız. Seyyid Abdulbaki hz haşa bugün manen ben seydayi molla Abdulbakiyse, Seyyid Abdulbaki hz ise bugün babamın yerindedir. Büyüğümdür menzilinin köpeği dahi onun ayağı başımın üstündedir. Adap budur. Dedem orda yatıyor. Babam orda yatıyor. Amcalarım ordadır. Onların bırakta bir köylüsü köpeği dahi gelse ben mecburum hörmet etmeye biz bu edebi gördük dedemizden bu edebi babamdan bunu gördüm. Şahı haznenin oğlu Sultan hz. Haber gönderdi dediki şahı haznenin çocukları geldiği zaman sokmayın oraya başıda söyleyin. geldiler sultan hz' ne sordular. Sultan hz. Şahı haznenin köpeği dahi gelse onun ayağı başım üzerinedir. Biz kimsenin işine karışmıyoruz biz adaba bakıyoruz. Madem tasavvuf ehliyse adaptır adaba bakar yoksa bizde aşiretlik varsa kovuculuk varsa oda ayrı bir şeydir diyeceğim bir şey yoktur. Herkes hürdür islamiyetde hürriyet vardır. Gerçek vardır baskı yoktur insanın muhabbeti nerdeyse insan ordadır. Kimse illa zorla insan buradadır diyeceği yoktur. Mümkün değildir. Hiçbir zaman kimsenin demeye hakkı yoktur.


Gaye Allah’tır Maksut Allah’tır. İlla böyle olacak diye bir gayde olmaması lazım. Şahsım müsaade etmiyorum. Birisi bene tokat valahi billahi bak yemin ediyorum Allaha Seyyidabdulbaki hz. Bir sofisi gelip şurama tokat vursa bu tarafımı vereceğim bak yemin ediyorum Allaha Seyyid Abdulbaki hz çocukları dahi ayağı başım üstünedir. Benden küçüktürler ben onların babası sayılırım. Çünkü üç tane dört tane kız kardeşlerim var. Ben babaları sayıldığım halde en küçük oğlu dahi gelse benim hürmetim sonsuzdur. Ben ona kölelik yaparım. Bırakın yani o ağızları öyle kaşmerliği kan hiçbir zaman su olmaz et tırnaktan ayrilmez. Bunu öyle bilin. Kim ne fitne yapıyorsa münafıklığından yapıyor başka bir şey değildir.

25 Mayıs 2008 Pazar

Seyyid ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ

Güney Azerbaycan'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. Abdülkâdir Geylânî 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. Türbesi Bağdad'dadır.Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.

Abdülkâdir Geylânî daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Rasulullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Rasulullah efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Doğduktan sonra da hâlleri ile dikkatleri çekti.

Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ gibi fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ gibi hadîs âlimlerinden öğrendi. Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.

İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Mahzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vaâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple,Bağdad halkının yardımlarıyla çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi.

Abdülkâdir-i Geylânî , bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:

"Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "Açım! açım!" diye midemin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."

"Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm."
Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.""Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî "Eûzübesmele" çekti. "Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan çıkarmışdım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allah böyle şeyleri emretmez." buyurdu.

Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allah beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahnın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım.

Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.

"Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allah'ın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. "

"Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim. Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allah’dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".

"Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi."

"Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum. Allah'ın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok şey buldum... Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allah’a karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim."

Abdülkâdir Geylânî bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi.

Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allah’a yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün Allah’dan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o Zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allah’dan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı.

Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi.

Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." dedi.

Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim." dedi.

Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır..." derdi.Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allah’a yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî 'ye dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti.

Nihayet Abdülkâdir Geylânî Bağdad'da insanları irşâda, Allah'ın beğendiği yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allah'ın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." buyurdular.

Resûlullah efendimizden Hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra Hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam(= En büyük Gavs) " denildi. İmâm-ı Rabbânî bu hususda onun vekîlidir.

Abdülkâdir Geylânî 'nin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl etmişti. Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır: Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir." der.

Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî'dir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi: "Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor.Ahmed Rufaî; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi.

Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.

İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir." dedi.

Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti.

Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki: "Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket, hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı."

Abdülkâdir Geylânî 'nin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allah’ı anmak, gönlü Allah’dan başkasından kurtarmaktır.

Abdülkâdir Geylânî tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Rasulullah efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:

Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm."Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ ağzıma sürdü ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim. "Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Altı defâ sürdü "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım.

Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti." dedi.

Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı Kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu.

Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi. Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi.

Ebû Muhammed Haşşâb der ki:"Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî'nin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim. "

Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti.

Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: "Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.

Abdülkâdir Geylânî 'nin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî'nin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kapladı. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.

Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır: "Ben, Abdülkâdir-i Geylânî'nin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve gördüm.Bir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu."

İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir: "1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylâni'yi ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık."

Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü...

Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylâni'nin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî ; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda dünya boyutundaki görünüşünden sıyrıldı!

Vefâtı:

Abdülkâdir-i Geylânî vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allah beni ve sizi mağfiret etsin! Allah benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:

Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu.

Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu. Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allah'ın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah iledir." buyurdu.

Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allah'ın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.

Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi.

Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdı.Cenaze merasimine gelen büyük kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi.









Eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder.

2) El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir.

3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir.

4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir.

5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir.


Hazreti Pîr Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahü Sırrahül Azîz ve Hakîm, velayet burcunun batmayan güneşi, bütün velilerin piri, intisab edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz bir yolun mensubu ve Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) soyundan gelen torunudur. Tüm tarikatlar, hikmet ve ilim yolları, kaynağı Hz. Muhammed (s.a.v.) ummanı olan O yüce pınardan beslenmişlerdir.
Yüce vasıflarını dile getirmede kelimelerin güçsüz kaldığı o yüce veli kamil insan, Gavsül Azam, Velayetin Sultanı, Sultanü’l Evliya, Sertacü’l Evliya, Kutbu’r Rabbani, Gavsü’s Samedani gibi yüce sıfatlarla anılır.

Hazreti Abdülkadir Geylani, 1077 (hicri 470) yılında, Peygamberimizin vefatından 445 yıl sonra, Hazar denizinin güneyinde Geylan kasabasında doğmuş, 1165 (hicri 562) yılında 91 yıllık muhteşem bir ömürden sonra, yani 833 yıl önce bu aleme veda etmiştir. Soy itibariyle hem Seyyid, hem de Şerif idi. Yani soyu, babası Seyyid Musa tarafından İmam-ı Hasan Efendimiz’e, annesi Fatma Hatun tarafından da İmam-ı Hüseyin Efendimiz’e dayanıyordu. Onun için şu ibare meşhur olmuştur: “Veliler Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb’ine vasıl oldu.”

Doğacağı Ramazan ayının ilk gecesi babası Seyyid Musa Cengi bir rüya görmüştü: Peygamberler peygamberi Hz. Muhammed (A.S.), ashab ve bütün evliyayı kiram bir yere toplanmışlardı. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki: “Ya Musa, Oğlum! Gücü herşeye yeten ve herşeyin sahibi olan Cenab-ı Allah, bu gece sana insanların üstünde müstesna bir erkek evlat hediye etti. Bu evlat benim evladımdır. Ne mutlu sana..”

Abdülkadir hiçbir çocuğa benzemiyordu. Ramazan günleri annesinden süt emmiyor, yöre halkı ramazanın giriş çıkışını onun bu durumuna göre tayin ediyordu. 18 yaşında çobanlık yaparken bir ineğin, hikmeti ilahiye ile “Sen bunun için yaratılmadın,” demesi üzerine annesinden izin alıp ilim tahsili için Bağdat’a geldi. Yolda kervanın yolunu kesen eşkiyalara annesine doğruluktan ayrılmayacağına dair verdiği söz için parasını saklamadan vermesinden dolayı eşkiyalar utanıp tövbekar oldular.

Hammad-ı Debbas Hazretleri Bağdat’ta ilk mürşidi olmuş, uzun yıllar ilim tahsili ve vazu nasihatla meşgul olduktan sonra, Bağdat’tan uzaklaşıp 25 yıl çöllerde uzlete çekilmiş ve kimseyle görüşmemiştir. Bu süre içerisinde kendini ayakta tutacak kadar çöldeki bitkilerle beslenmiş, Peygamber Efendimiz’in ruhaniyyetinde terbiye görmüş ve Hızır (A.S.) ile arkadaşlık yapmıştır. 25 yıl sonra Bağdat’a dönmüş ve tüm insanlık alemine bir hakikat güneşi olarak doğmuştur.

Bağdat’a gelince tüm halk onun nasihatlarını dinlemek için toplanmış, konuşmaya başlayamaması üzerine, Fahr-i Kainat Efendimiz’in ruhaniyyeti teşerrüf etmiş, ağzına yedi defa üflemiş ve O’na “Konuş, ya oğlum Abdülkadir; insanlara vaaz ve nasihatta bulun,” diye buyurmuşlardır. Bundan sonra Hz. Pir Efendimiz, durmaksızın kaynayıp coşan bir rahmet, hikmet ve ilim pınarı gibi tüm insanlara, susamış gönüllere hayat vermiştir ve hala da hayat vermeye devam etmektedir.

Evet, Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri, ölümünden sonra bile tasarrufu ve himayesi devam eden velayet burcunun şahıdır. Birgün İbrahim bin Ethem’den bahsederlerken tesadüf ettiği talabelerine “Yazık, ona çok üzülüyorsunuz değil mi? Eğer zamanımızda olsaydı onu sarayında, tahtından ayırmadan irşad ederdik,” diye buyurmuşlardır. Bugün dahi aynı o gün ve o dakika gibi, O’nun himmet ve tasarruf eli, eskilerin katlandığı sıkıntı, zahmet ve belalara maruz bırakmadan Hakk’ı arayan Hak yolcularının üzerindedir. Biraz gayretle tefekkür edip anlayabilenlere ne mutlu!

Bir defasında şöyle buyurmuştur: “Hallac-ı Mansur, yanıldı. Ne var ki, zamanında elinden tutacak kimse çıkmadı. Bana gelince, her yolda kalanı sırtıma alanım. Arkadaşlarım, müridlerim, sevenlerim, ta kıyamete kadar, ne zaman darda kalsalar, ellerinden tutacağım. Her ne niyetle olursa olsun ismimizi anan ve kapımıza gelen herkese yardım elimiz uzanır. Ey şurada duran! Atım hızla yol alır. Mızrağım mutlaka hedefe isabet eder. Kılıcım kından çıktı, hem de keskindir. Her an seni korumaktayım, ama sen gafilsin; anlayamazsın.”

Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Hazretleri hem maddi ilimlerde hem de manevi ilimlerde devrinin tek otoritesi idi. O alimdi, pirlerin piriydi, kaynağını Habib-i Kibriya’nın o sonsuz deryasından alıyordu. Bilgi yönünden herkes O’na muhtaçtı. Soruyorlardı da, soruyorlardı. O da durmadan, dinlenmeden cevap veriyordu da cevap veriyordu. İnsanlara, istedikleri her neyse, Rahman’ın bitmez tükenmez Hazinesinden dağıtıyordu.

“Dünyayı ne yapmalı? Dünyalığı neylemeli?” diye soranlara “O’nu kalbinden çıkar, eline al. Böyle yap, artık dünyanın ve dünyalığın sana zararı olmaz,” diye cevap verirdi. Bazan da, malın-mülkün su gibi olduğunu, gemi gibi üzerine binene yol aldıracağını, içine alanı ise helak edip batıracağını söylerdi. O, manevi bakımdan eşi bulunmaz bir hazine olduğu gibi, maddi bakımdan da insanların en zengini idi. Fakat onun zenginliği hep fakirlerin, muhtaç ve yetimlerin yaralarını sarıyordu. Çünkü O, aynı zamanda insanların en cömertiydi. Üzerine hiç sinek konmamasının nedenini soran talebelerine şöyle demişti: “Evlatlar, sinek, bal ve pekmez neredeyse oraya üşüşür. Benim üzerimde ne dünya pekmezi, ne de ahiret balının işareti vardır. İşte bunun için üstümde sinek durmaz.”

Bir keresinde kendisinden ihsan umarak gelen, doğduğu köyde çobanlık yapan bir çocukluk arkadaşını, en güzel biçimde misafir ettikten sonra, giderken de ona en iyi cinsinden bir kısrak ve yüz altın vermesi üzerine, arkadaşı Abdülkadir Geylani Hazretlerine kendini tutamayıp: “Ya Abdülkadir! Bu koyunlar, bu çobanlık bana çoktur. Şu sarayın, köşkler, dünya ve yıldızlar da sana azdır,” diyerek O’nun cömertliği ve inceliği karşısında hayranlığını dile getirmiştir.

Bir keresinde de Onun debdebe ve saltanatını kıskanan bir yahudinin gelip, “Ya Gavs, sizin peygamberiniz ‘Dünya müminin cehennemi, inanmayanın ise cennetidir’ diye buyurmuşken, bir senin şu ihtişamına bak, bir de benim şu sefil ve fakir halime bak. Bunu nasıl izah edersin?” demesi üzerine atından inip adama sağ kolundan cübbesinin yenine bakmasını söylemiştir. Adam orda Geylani’nin cennetteki durumunu görüp hayranlık ve hayret içinde kalmış ve şimdi Geylani Hazretlerinin cennete nisbetle cehennemde olduğunu söylemiştir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin sol kolundan bakan adam orda da cehennemdeki kendi durumunu görmüş, korku ve dehşet içinde kalarak dünyanın cehennemdeki yere nisbetle kendisi için bir cennet olduğunu itiraf etmiş ve pişmanlık içerisinde tövbe ederek Hz. Pir’in huzurunda müslüman olmuştur.

O’nun daha pek çok tasavvufi kerametleri anlatılagelmiştir. Şeytanın bir cihetten seslenip üzerinden şeriatın kalktığını söylemesi üzerine ilahi ilmi vukufiyetiyle bunu sezip “sus, ey melun” diye cevap vermesi; bir ölüyü mezardan Hz. İsa Peygamber gibi “Allah’ın izniyle kalk,” diyerek diriltmesi; hizmetinde bulunan bir aşçıyı, birkaç saniye içinde aslında o aşçıya 12 sene gibi gelmesine rağmen tayy-ı zamanla imtihan etmesi; saldırıya uğrayan bir hanımın onun ismini anarak ondan yardım dilemesi üzerine elindeki asayı mescidinden atarak saldırganı uzaklaştırması onun sayısız kerametlerinden sadece birkaçıdır.

Maddi ve manevi ilimlerdeki derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin esaslarını yeniden dirilttiği için kendine “dinin dirilticisi” anlamında “Muhyiddin” denmiş, O da bu ismi Endülüs’te dünyaya gelen ve “Şeyhül Ekber” namıyla ün salan manevi evladı İbni Arabi’ye vermiştir.

Manen aldığı selahiyet ve emirle birgün Bağdat’ta zamanın kutbu (sahibüzzaman) olduğunu ve ayaklarının bütün evliyanın boynu üzerine olduğunu ilan etmiş ve bütün evliya da onun bu sözünü tasdik etmişlerdir. O’nun bu üstün halini, makamını ve mertebesini anlayan, bilen ve tasdik eden ve Seyyid Abdülkadir Geylani’den 150 yıl sonra dünyaya gelen Şah-ı Nakşıbend Efendimiz “Bütün evliyanın boynu üzerine olan Geylani’nin ayağı benim gözümün nuru üzerine olsun,” diyerek mukabele etmiştir. Rivayete göre, birgün uzun bir süre hiç hareketsiz durduğunu gören ve bunun nedenini soran talebelerine Geylani Hazretleri, “Velayet kokusu Buhara’dan geliyor,” demiştir. Bahaüddin bin Muhammed El-Buhari Hazretleri Hacca giderken Hz. Pir’in türbesini ziyaret etmiş; bu sırada manevi bir halle, Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin elinin kalbine nakşedildiğini ve kabz halinin çözüldüğünü gördüğünden kendisine “Şah-ı Nakşibend” lakabı takılmıştır. Geylani’nin feyz ve himmetinden istifade ederek ona olan minnettarlığını, muhabbetini izhar eden Şah-ı Nakşibend Efendimiz, bu hususu şu müstesna şiirinde dile getirir:

Her iki alemin sultanı Şah Abdülkadir
Evladı Ademin hakanı Şah Abdülkadir,
Arşın, Kürsi’nin, Kalem’in ayı hem güneşi,
En büyük nurdan bir kalb nuru Şah Abdülkadir.
Bu şiir mana büyüklerinin birbirini nasıl anladıklarını, birbirlerine nasıl muhabbet ettiklerini, nasıl yardımlaştıklarını ve manen nasıl tevhid sancağının taşıyıcıları olduğunu gösteren bir ibret tablosudur. Bu tablo bize bu büyüklerin ardından yürüyenlerin, birbirlerini nasıl anlayıp muamele edecekleri hususunda bir anahtar hüviyetindedir.

Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri oğluna şöyle vasiyet etmiştir: “Tasavvuf öyle bir haldir ki, o hale kimsenin laf ile varması mümkün değildir. Onun için bir fakire rastlarsan ilmine dayanarak onunla münakaşa etme, itirazda bulunma. Gönlünü almaya bak. Şunu iyi bil ki, tasavvuf sekiz hal üzeredir: 1. Merhamet ve şefkat, 2. Doğruluk, 3. Sadakat, 4. Cömertlik, 5.Sabretmek, 6. Sır tutmak, 7. Fakirliğini ve acizliğini bilmek, 8. Rabbine şükretmek.”

Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne hayranlıklarını ve minnettarlıklarını anlata anlata bitiremeyen Hak aşıklarından birkaç mısra şöyledir: Yunus der ki:

Seyyah olup şol alemi ararsan
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz
Ceddi Muhammeddir, eğer sorarsan
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz

Hak yeri yaratıp göğü düzeli
Hoş nazar eylemiş ona ezeli
Evliyalar serçeşmesi, mana güzeli
Abdülkadir gibi sultan bulunmaz
O zamandan bu yana asırlar asırları kovalamış, ama Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin güneşi hep aynı kalmıştır. O güneş ki, hala ötelerin ötesine ulaştıracak engin ufuklar çiziyor. O, Ebu Muhammed, Kutbu’r Rabbani, insanların ve cinlerin rehberi olan Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani’dir. Tam sekiz asırdan fazladır insanların sığınağı, darda kalmışların yardımına yetişici olmaya devam etmiştir. O batmayan güneştir. Menkıbe ve kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Hiçbir velide ondaki kadar çok keramet görülmemiştir.

O, Gavsül Azam’dır; O’na bu ismi Cenabı Hak ihsan etmiştir. Adetleri yırtacak ve akılları donduracak kadar halleri ve keşifleri olmuştur. O, zikri daim, fikri çok, kalbi yumuşak, yüzü mütebessim, ruhu ince, eli açık, ilmi umman, ahlâkı üstün ve soyu temiz bir Zat-ı Şeriftir. O ve onun yolunun nurdan halkaları, ömür denilen sermayeyi en güzel şekilde yaşayarak bu yüksek makamlara hak kazanmışlardır. Onlar ehli sünnet üzere doğru bir itikat, sabır, gayret, doğruluk, güzel ahlâk, ihlas ve diğer pek üstün meziyetlerle kulluk makamının en üstün noktalarına ulaşmışlardır. Onları anlamak ancak onların gittiği nurlu yolun yolcusu olmakla, yani İslamiyet’i yaşamakla mümkündür. Onu sevmek saadet tacı, onun ahlâkıyla ahlâklanmak sonsuz kurtuluş ilacıdır. Çünkü O’nun namı: Hazreti Pir Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahu Sırrahul Aziz ve Hakim’dir

Şahı Nakşibend Hz nin Hayatı

Nakşibendî Tarikatı'nın kurucu pîri olan Şah-ı Nakşibend (aslı; Nakşbend) Hazretlerinin (K.S) hayatları:

Şah-ı Nakşibend (K.S) , miladî 9. asırdan itibaren, önemli bir ilim ve irfan merkezi haline gelen Mâveraünnehir havzasında, Buhârâ şehrine dokuz kilometre uzaklıktaki Kasr-ı Hindüvan (Kasr-ı Ârifan)'da dünyaya teşrif ettiler. (H. 718; m. 1318) Asıl adı, Muhammed b. Muhammed Buhârî'dir.

Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin doğduğu ve içinde büyüdüğü, sosyal ve siyasi şartlar; dinin aslına dönmeyi ve müslümanların tekrar eski düzenlerini kurmalarını gerektiren acziyet ve güçlüklerle dolu bir ortam oluşturmuştu.

Buhara, Cengiz Han tarafından 1221'de, ardından 1273'te ve son olarak da 1316'da üç defa talan edilmiş, yakılmış ve hemen bütün ilmî eserler tahrip edilmiştir. Şehir bir daha o eski canlı günlerine hemen hemen hiçbir zaman kavuşamadı. Fakat müslüman halk, bir daha böyle musibetlerle karşılaşmamak için dinlerine sarılmayı da ihmal etmediler.

Nakşibend (K.S), daha ilk çocukluk yıllarındayken, Hacegan Tarikati şeyhlerinden Muhammed Baba Semmâsî (K.S) (ö. 740/1339), müridleriyle beraber o köye gelmiş ve Muhammed Bahauddin'i manevî evlatlığına kabul etmiştir. Baba Semmâsî (K.S)’nin, müridi olan Emir Külal (K.S)’a hitaben: "Bu erin terbiyesi sana aittir." dediği rivayet edilmektedir.

Hakikaten de Muhammed Bahauddin, Emir Külal (K.S)’a intisab etmiş, tarikat âdâbının öğrenilmesi, sohbet ve zikir telkinlerini ondan almıştır. Burada bir meseleyi açıklığa kavuşturmakta fayda var. Şah-ı Nakşibend (K.S) zahiri terbiyesini Emir Külal (K.S)’dan almışsa da batınî-manevî terbiyeyi Abdulhalik Gücdevanî (K.S)’dan almıştır.

Abdulhalik Gücdevânî (K.S) (ö. 1220) Hacegan Tarikati pirlerinden olup Şah-ı Naksibend Hazretlerini rûhânî yolla irşad etmiştir. Bu rûhâniyet yoluyla terbiye usulüne, Veysel Karânî Hazretlerine izafeten "Üveysîlik yolu" denilmektedir.

Şah-ı Nakşibend (K.S)’in intisab ettiği Hacegan Tarikati'nde; mürid tek başına olduğunda hafî (gizli), toplu haldeyken cehrî (açıktan) zikir yapılıyordu. Fakat kendisi, Gücdevânî (K.S)’nin manevî telkiniyle "hafî zikri" tercih etmiştir.

Emir Külal (K.S)’dan hilafet alan, Şah-ı Nakşibend (K.S) daha sonra yedi sene Mevlana Arif (K.S), oniki sene de Halil Ata (K.S) ile sohbet ve arkadaşlık yapmıştır. Bu iki şeyh Yesevî Tarikati'ne mensuptur. İki defa Hicaz'a gitmişler, ikinci seferinde bir müddet Merv'de oturduktan sonra Buhara'ya dönmüş ve ömrünün sonuna kadar burada ikamet etmiştir.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Seyyid Taha Hz.

Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri, Anadolu'da yaşayan büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunudur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 yılında Şemdinli yakınındaki Nehri'de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade olunmaktadır.Asil ve temiz bir aileye mensup olan Seyyid Taha-i Hakkari'de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur'an-ı kerimi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdat'a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz" deyince; "Bu, ma-i caridir, yani akar sudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar" buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır" deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyeceğiz" dediler.Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan'a giderek, Gulam Ali Abdullah Dehlevi'nin huzuru ile şereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı aldı. Sonra, ü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk'a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlana'nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye'de bulunan Mevlana'yı ziyarete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi'ye, biraderinin oğlu Seyyid Taha'nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraberinde getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde yeğeni Seyyid Taha'yı da götürdü. Mevlana hazretleri, Bağdat'ta Seyyid Taha'yı görür görmez, Abdülkadir Geylani hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi Abdülkadir Geylani hazretleri, “Mevlana Halid, zamanının âlimi, evliyanın büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve izni üzerine, Mevlana'nın huzuruna geldi. Bu öyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasip olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlana, Seyyid Taha'nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücahedesinde hiç eksiklik etmedi. Mevlana Halid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha'ya dağdan taş getirtirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; "Hocamız Mevlana, Resulullahın Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu halde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?" derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususta konuşmaz sükut ederdi.Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve keramet sahibi olarak hilafet-i mutlaka ile şereflendi.Seyyid Taha hazretleri, hilafetle müşerref olup Berdesur'a hareket edeceği zaman, Mevlana onu büyük bir cemaatle uğurladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana'nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlana olduğunu gördü. "Estağfirullah" deyip, geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; "Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız" buyurdu. O da sıkılarak; "Emir edepten üstündür" sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, salih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha'ya verip; "Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun" buyurdu. Taha-yı Hakkâri hazretleri Mevlana Halid-i Bağdadi'nin halifesi olarak Berdesur'a geldi.Amcası Seyyid Abdullah, Nehri'de talebe yetiştirmek ile meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesur'a Seyyid Taha'nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; "Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri kasabasına gelip irşada başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak aşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. Aşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşad ve nur kaynağının etrafına toplandılar. Seyyid Taha'nın sohbetleri bereketiyle pek çok kimse ü teâlânın rızasını kazandı. Onu gören müslim veya gayri müslim, o anda ü teâlâyı hatırlardı.İnkârcılardan ve bid’at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:"Münkirden (inkârcıdan) ve bid’at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullahın zamanında olsalardı, ona iman etmezlerdi."Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte Hz. Ebu Bekr-i Sıddık'ı, şecaatte ve adalette Hz.Ömer'i, haya ve hilmde Hz. Osman'ı, vilâyet-i kübrada Hz. Ali'yi (radıyallahü anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullaha yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.Vakar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nur parçası idi. Gönül sahipleri görünce, ruhen aşık olurlardı. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi. Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri'ye giremezdi. Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazen kendi mescitlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tetkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri dergahı teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. İkindi namazından sonra "Hatm-i hacegan-ı kebir", sonra imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri Nehri'de ise ona, yok ise, muhterem damatları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş izahlar, sohbetlerinin esasını teşkil ederdi. Nehri'de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin halini genişçe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeye çalışırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.Seyyid Taha-i Hakkari'nin pek çok kerametleri vardır.Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim" deyince, hırsız, donakalıp bir şey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara değil, bize gel!" buyurduğunda hırsız, tevbe edip, sadık talebelerinden oldu.Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, kendisine yazdığı bir mektubunda buyurdu ki: "ü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha'yı fena ve beka makamlarının nihayetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur'an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlaslı olmak şartı ile insanlar sizin vasıtanızla ü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevap kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. "İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez" hadis-i şerifi bu sözümüze açık delildir. ü teâlânın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi."Seyyid Taha hazretleri, talebesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi'ye yazdıkları Farisi bir mektupta şöyle buyuruyor: "İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar; dinin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli, kendinin haraplığı görmelidir. Doğru yol budur. ü teâlâ muvaffak eylesin!"Irak'tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri'ye, Seyyid Taha hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehri'ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid Taha, Musa Beye haber gönderip; "Bu katırların yükleri bana ait olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et" buyurdu. Musa Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; "Benim namıma ve hatırıma versin" buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; "Cuma gecesi gelsin de o vermesin görelim" buyurdu. Cuma gecesi, Nehri'den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhanesinde kendine tâbi olanlarla oturmuş, Seyyid Taha'nın evliyalığını inkâr hususunda konuşuyormuş.Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, midesine bir ağrı girerek. "Karnım!.. karnım!.." diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehri'ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha'ya sığındılar. "Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz" dediler. Onlara cevaben; "Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz" buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; "Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi" buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri'ye gidip, Seyyid Taha'ya talebe olmak istedi. Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; "Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi" diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi kendisine verilmesi için Köse Halifeye iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha'ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan aylar geçmişti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; "Def ol, ya lain!" buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halife Köse; "Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sual etti. O da; "Gürpınar'da bir müslüman sekeratta iken, şeytan aleyhillane imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti" buyurdu. Halife Köse; "Tesbihi iade eden olmasın?" dedi. "Evet, odur" buyurdu. "Efendim, neden yardım ettiniz, o edepsizlik edip hediyenizi iade etmişti" deyince de; "Olsun, bir zaman bizi azcık sevmişti" buyurdular.Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye götüren veli-nimeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: "Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah'ın kabri girişte idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah'ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır.)Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah'a buyurdular ki: "Molla Sıbgatullah! Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder, giderir." Yine şöyle buyurdu:"Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın yolu üzere kurdu. Onlar Resulullahın muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstada muhabbet yeter."Bir halifesine şöyle buyurdu: "Halka önce işaretle muamele et, bu fayda vermezse ibare ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resulullaha kadar bütün "Silsile-i aliyye" büyükleri ondan yüz çevirir."Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:"Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz.""Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır."Taha-yı Hakkâri hazretleri Nehri'de kaldığı kırk iki sene içinde İslamiyet’in emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslam’ın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karışmadı. Pek çok veli yetiştirip onlara hilafet verdi. İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en meşhurları; biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi’dir. Bunlardan başka halifeleri de vardır.Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi" buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam'dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helalleşti, vedalaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Salih, kâmil, olgun bir velidir. Herkesin başı onun eteği altındadır" buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halife bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i şerif tilavetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.Kabri Nehri'dedir. Onu seven aşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden yayılan nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hz Hayatı

Osmanlı âlim ve velîlerinden. Büyük âlim ve evliyâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebelerindendir. İsmi Sıbgatullah olup "Gavsül-Âzam", "Gavsu Hizânî" veya "Gavs" lakablarıyla meşhûr olmuştur. "Arvâsî" nisbesiyle bilinir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. Babası, Seyyid LütfullahEfendi, dedesi SeyyidAbdurrahmân Kutubdur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1870 H.1287 senesinde vefât etti. Kabri, Hizânın Gayda köyündedir.Seyyid Tâhâ hazretlerinin "Abdurrahmân Nîgûnam= Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır", yâhut "Kutb-ı Arvâsî" buyurarak medhettiği Abdurrahmân Kutubun torunu olan SıbgatullahArvâsî küçük yaştan îtibâren ilim tahsîline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için husûsî gayret sarf etti. Çok zekî olan SeyyidSıbgatullah Arvâsî, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etti. Zamânının fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bidatten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı.Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Birçok âlim ve velî zâtın ilim meclislerinde ve sohbetinde bulundu. Vana giderek Seyyid Muhyiddîn Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihâyet bir gün hocası ona; "Vefât etmiş velîlerden istifâde edecek, faydalanacak makâma geldin." buyurdu. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrîye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Tâhânın, Molla Murâd Hurûsîyle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" haberiyle, Tâhâ-i Hakkârînin şerefli hizmetine koşup, hakîkî ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayât verici buldu. Seyyid Tâhâ hazretleri,Resûlullah efendimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhisselâm ile görüşür, sohbet ederdi. Mürşidi Seyyid Tâhâ hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti. Seyyid Tâhânın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizân ve Gaydada halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccühüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerleşirdi. Dînin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.Seyyid Sıbgatullah hazretleri, geceleri hep ibâdetle geçirirdi. Uykusunu, öğleye yakın kısa bir müddet kaylûle yaparak telâfi ederdi. Hep kıbleye dönerek otururdu; buna son hastalığında dahî çok dikkat etti. Dostlarıyla sohbetinden sonra murâkabe hâlinde olur, Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ederdi.Yakın talebelerinden biri anlattı: "Abdürrahmân Tâhî Tâgî, henüz hocamıza bağlanıp talebesi olmak şerefine kavuşmamıştı. Hocamızın, zamânın gavsı olup olmadığı hakkında tereddüdü vardı. Bir gün gavslık alâmetlerini kitaptan okuyarak huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadığını görmeyi arzu etti. Kitapta; "Gavs olanın üzerine yağmur yağmaz." ibâresi vardı. O, kitaplarla meşgûl iken evine bir talebe geldi ve; "Hocam Sıbgatullah hazretlerinin selâmı var; "Misâfirlerimin kalabalık olması sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin." buyurdu." dedi. Abdürrahmân Tâhî de; "Ben de onu ziyâret etmeyi düşünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarın berâber gideriz." dedi. Sabahleyin yola çıktılar. Seyyid Sıbgatullah, onların gelmekte olduklarını haber alınca, talebeleriyle kasabanın dışına çıkıp, bir tepenin başında beklemeye başladılar. Mevsim ilkbahardı, gökyüzünde hiç bulut yoktu. Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin başında güzel bir sohbet başladı. Bu sırada masmâvi olan gökyüzünde bulutlar birikmeye, şimşekler çakıp gök gürlemeğe başladı. Derken sağnak halinde şiddetli bir yağmur başladı. Abdürrahmân Tâhî, kitaptan okuduğu gavs olanın alâmetlerini hatırladı ve dikkatle Sıbgatullah hazretlerini tâkib etmeye başladı. Semâdan inen yağmur tâneleri mübârek Seyyidin üzerine inmeden etrâfına meylederek yere düşüyor, hiç üzerine yağmıyordu. Herkes sırılsıklam ıslandığı hâlde onun üzeri kupkuru idi. Abdürrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayıldı. Oradakiler telâşa kapıldılar ve; "Herhâlde öldü." diyorlardı. Seyyid Sıbgatullah ise; "Korkmayın, telâşa kapılmayın, Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının himmeti bereketli, yardımı kuvvetlidir." buyurdu. Biraz sonraAbdürrahmân Tâhî kendine geldi ve hocamın büyüklüğünü kabûl ederek, en önde gelen talebelerinden oldu.Seyyid Sıbgatullahın talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve faydalı idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken talebelerinden pek çoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defâsında oğlu Behâeddîn, babasından izin alarak vâza başladı. İki saat kadar kalpleri aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe eseri yoktu. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; "Haydi kalkınız, ikâmet getiriniz de namazımızı kılalım." der demez, cemâat cereyâna kapılmış gibi cezbeye tutuldu.Sevdiği talebelerinden biri anlattı: "Hocamız bir gün murâkabe hâlinde otururken tebessüm ettiler. Bu hâli daha önce hiç görmediğimiz için merak ettik ve; "Tebessüm etmenizin hikmeti ne idi efendim?" diye suâl ettik. Buyurdular ki: "Bir talebemiz Botan Çayında başını yıkamış, saçını tararken, tarak saçına takıldı. Canı acıyınca bizden yardım istedi. Onun için tebessüm ettim."Talebelerinden biri anlattı: "Molla Abdülgafûr isminde, hocamızın büyüklüğüne inanmayan biri vardı ki, değil kendisiyle, bizimle bile namaz kılmaya tahammül edemezdi. Cumâ günleri namazını kılar kılmaz câmiden hemen çıkıp giderdi. Bir gün câminin kapısında Seyyid Sıbgatullah ile karşılaştı. Seyyid Sıbgatullah ona; "Molla Abdülgafûr! Sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan konuşup gıybetimizi yaparsın?" buyurdu. O da Seyyid Sıbgatullahın kolundan tutarak itti ve; "Bunca insanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların arasına katmak istersin." diyerek itmeye devâm etti. Kolunu onun elinden kurtaran Seyyid Sıbgatullah, ona öyle bir celâl ile baktı ki, Abdülgafûr, yıldırım isâbet etmiş çınar ağacı gibi yere yıkıldı. Sonra da kalkıp hocamın elini öpmeye başladı. Bir taraftan da; "Ne olur efendim beni affediniz. Kötü ve yalancı benim. Yaptıklarıma pişmân oldum. Sizin büyüklüğünüzü anlayamadım, beni affediniz." diyordu. Sonra Abdülgafûra; "Ne gördün ki, böyle birdenbire değiştin?" diye sordular. O da; "Gavs bana öyle celâlli bakınca, yemîn ederim ki, başım tâ Arşa kadar yükseldi, sonra tekrar yere düştüm. Gavsın büyük kerâmetini gördükten sonra, nasıl pişmân olmam?" dedi.Seyyid Sıbgatullah hazretleri bir gün talebelerine; "Filân tepeye çıkalım, orada sohbet edelim." buyurdular. O gün talebeleriyle yola çıktılar. Tepenin eteklerine gelince, talebelerden bâzıları önden yürüyüp, oturulacak yerleri, hocaları tepeye çıkıncaya kadar düzeltmek istediler. Seyyid Sıbgatullah, oğlu ve yakın talebesi Abdürrahmân Tâhî, en arkada ve aşağıda idi. Önden giden talebelerin birinin ayağının altından koca bir taş yuvarlandı. Gittikçe hızlanıyor, hocaları Seyyid hazretlerinin üzerine doğru geliyordu. Bütün talebeler korkuya kapıldılar. Abdürrahmân Tâhî ise birden hocasının önüne geçerek, taşın Seyyid hazretlerine değmesine engel olmak istedi. Taş, hikmet-i ilâhî tam önlerindeki bir kayaya çarparak arkasında kaldı. Hâdiseyi seyretmekte olan Seyyid Sıbgatullah, Abdurrahmân Tâhînin, canı pahasına yaptığı bu hareketten son derece memnun oldu.Seyyid Sıbgatullah hazretleri, Allahü teâlânın bütün mahlûkâtı üzerine çok merhâmetliydi. Sıla-i rahm yapardı. Dostları vefât ettiğinde onların çocuklarını arar, gözetir ve tâziyede bulunurdu. Sohbetlerinde kendisine karşı çıkanlara çok şefkatli ve nâzik davranırdı. Kendisine kötülük yapanlara iyilik yapardı. Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederdi. Kalkan olursa onu men ederdi. Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnetine tam olarak uyardı. Hattâ bir gün çoraplarını giyerken unutarak önce sol ayağından başlayan bir talebesini şiddetle azarlamıştı. İslâmiyetin emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın. Bir şey giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin? buyurdu. Teheccüd ve Evvâbin namazlarına devâm ederdi.Gavs hazretleri talebeleriyle olan sohbeti sırasında; "Bizim yolumuzun esâsı sohbet ve muhabbettir. Sohbet muhakkak lâzımdır." buyurdu."Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmânı kazandırır. Eshâb-ı kirâmdan bâzılarının; "Gelin bir saat îmân edelim." sözlerindeki îmândan maksat, sohbettir. Yâni bir saat sohbet edelim de îmânımız yenilensin, kuvvetlensin.""Talebe, tavus gibi olmalıdır. Güzel kanatlarına, renk renk tüylerine değil, siyah bacaklarına bakmalıdır. Nefsini son derece kusurlu görmedikçe istikâmet ele geçmez. Bu şekilde görmemek büyük günâhtır. Muhabbet, ihlâslı amel ve gayret talebeliğin şartıdır. Bunlardan birinin eksik olması mânevî felâket alâmetidir.""Nefsin katli ve ölümü, müslüman olmasından ve kötü sıfatlarının değişmesinden ibârettir."Komşu kasabadaki talebelerinden biri hastalanmıştı. Ölüm döşeğinde iken; "Himmetinizi istirham ediyorum, yâ mübârek hocam!" diyerek yardım istedi. Seyyid Sıbgatullah, o anda talebeleriyle sohbet ediyorlardı. Bir ara sohbeti yarıda keserek, Abdurrahmân Tâhîyi o talebesine gönderdi. Hemen yola çıkan Abdurrahmân, kısa bir zaman sonra hasta talebenin evine vardı, onu iyileşmiş oturuyor gördü.Bâzı sohbetlerinde uzun zaman konuşmazdı. Bu yüksek zümrenin hâllerini bilmeyen bâzı zâhir âlimleri, acabâ Şeyh niçin bize bir şeyler anlatmıyor dediklerinde; "Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, konuşmamızdan da edemez." buyururdu."Bu zamanda diğer yollardan istifâde edilememesi, kâmil velîlerin kalmamasından mı, yoksa bidatler sebebiyle midir?" suâline, şu cevâbı verdiler:"Bidatler karışması sebebiyledir. Zîrâ bu zamanda bidatler çoğaldı. Bu bidatlere karşı koyabilecek bir yol, ancak fayda verir."Kabir azâbıyla ilgili olarak buyurdu ki:Kabir azâbı, dünyâ sevgisini âhiret sevgisine tercih edenlere olur. İkisinin sevgisi müsâvî, yâhut âhireti dünyâdan çok sevene kabir azâbı yoktur."Bidatlerden ve kötülüklerden sakınmak husûsunda buyurdu ki:"Bidatlerin hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bidat karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bidat yüzünden kalkmıştır. Farzlarla yetinip, bidatlerden kaçınan kimse, bir bidat işleyip, birçok tâatler yapıp hâl ve mevâcide kavuşandan üstündür.""Bu son zamanlarda sünnet, bidatler arasında, gece karanlığında ışık saçan inci gibidir. Zaman, dînin garîb olduğu zamandır. Bunun için bu zamanda talebeye az bir gayretle, orta zamanlardaki çetin mücâhedelerle elde edilenden daha çok sevâb verilir.""Bir şey için olan hırs ve gayret, ona olan sevginin netîcesidir.""Müminin kabrinde yüzünün kıbleden çevrilmiş görünmesi, dünyâ sevgisi üzerine ölmesindendir.""Hasedden zararlı kalb hastalığı yoktur. Âlimlerin âfeti de ondandır."Evliyânın hallerini anlatmak ve dinlemek husûsunda buyurdu ki:"Evliyânın menkıbelerini dinlemek, muhabbeti artırır, Eshâb-ı kirâmın menkıbeleri îmânı kuvvetlendirir, günahları mahveder."SeyyidSıbgatullahın hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne kendin sesli zikret, ne de başkasına ettir." buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar sesle olan bütün zikirleri mezmûm kötülenmiş sandılar. Seyyid Sıbgatullah hazretleri gönüllerinden geçeni anlayıp şöyle buyurdu: "Bütün zikirler mezmûm değildir. Teşrik tekbirleri, ölüye telkin, aksırıp "elhamdülillah" diyene, "yerhamükellah" demek derin vâdiye inerken, yükseğe çıkarken okunacak tesbihler ve benzerlerini sesli söylemek sevâb olup, eserde gelmemiş ve sâbit olmamış olanlar mezmûmdur."Seyyid Tâhâ hazretleri kendisine yazdığı mektûbda; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olup, hâl sâhibi olmasa zararı yoktur. Bu üçünden birinde noksanlık olup, hâl var ise Allah korusun istidractır. Şekâvet alâmetidir." diye yazdı. Bu mektûbdaki mânâ o kadar büyüktür ki, bir sene sohbete bu sözlerle başlamıştır.Gavs hazretleri, ömrü boyunca İslâmiyeti öğrendi, öğretti. İnsanlara anlatarak onların iki cihân saâdetine kavuşmaları için çalıştı. Bir gün talebelerine şöyle anlattı: "Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: "Korku, küfürden başka kalb hastalıklarını giderir. Muhabbet bunu da siler." Bunun için biz yolumuzda muhabbeti esas aldık. Talebelerinden Abdurrahmân Tâhî; "Muhabbet ve ihlâstan hangisi üstündür?" diye sorunca; "Bu ikisi yemek ve su gibidir. Yâni bu ikisi olmadan tasavvuf yolculuğu olmaz." buyurdu.Abdurrahmân Tâhî; "Hangisi asıldır?" dedi. Ona cevâben; "İhlâs" buyurdu.Tasavvuf yolcusunun durumuyla ilgili olarak buyurdu ki: "Fıkıhta bir mezhebe uyup amel edenin ictihâd derecesine varmadıkça, imâmından ayrılıp nasslara uyması doğru olmadığı gibi, tasavvuf yoluna intisâb eden bir kimsenin de, hocasının ve hocasının halîfelerinin koyduğu usûl ve edeplerden dışarı çıkması uygun değildir. Bununla meclisinde bulunan ve ayağını öpmek isteyen bir talebesine mâni olmak istedi. Abdurrahmân Tâhî; "Bu hususta hadîs-i şerîf vardır. Birisi Resûlullahtan elini öpmek için izin istedi, müsâde buyurdu. Ayağını öpmek istedi, müsâde buyurdu.Secde için izin istedi, müsâde etmedi." dedi. Bunun üzerine Gavs buyurdu ki: "Bu yolun geçmiş büyüklerinin birinden ve kendi hocası Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinden bahs edip; "Bu işe mâni olurlardı. Şöyle ki, Muhammed Pârisâ hazretleri vefât edince, oğlu babasının ayağını öpmek için eğildiğinde, öptürmemek için ayağını çekmiştir." buyurdu.Vefât etmeden önce; "Amel ediniz?" buyurdu. "Amel nedir?" diye sordular. "Amelden maksâd râbıtadır, yâni mürşidini düşünüp ona bağlanmaktır." buyurdu. Devâm ederek; "Maksad, İslâmiyetin bildirdiği yönde istikâmet üzere olmaktır. Bidatten ve İslâmiyete aykırı olarak yapılan amellerden feyz alınmaz. Tasavvuf, İslâmiyete uymak demektir. Molla Yûsuf Ali; "Evliyâlık, İslâmiyetin emirlerini yapmakla kazanılır." buyurdu. Fakat kalb hastalıklarının izâlesi için hocasıyla sohbet de şarttır. İslâmiyete uymadan vilâyete, yâni velîliğe kavuşulur diyen sapıktır, zındıktır. Namazlardan hemen sonra istigfâr ediniz. İslâmiyetin bildirdiği hususlara uymayan ve sünneti terk eden mürşid, yol gösterici olamaz." buyurdu.HalîfelerindenAbdurrahmân Tâhîye vasiyet ederken; "Büyüklerin yolunu değiştirme. Ben hocamın bana emrettiği gibi değiştirmedim. O da hocasından aldığı gibi hiç değiştirmedi. Rüyâda hocam Seyyid Tâhâ hazretlerini gördüm, buyurdu ki: "Talebenin hocasına saygılı olmasının faydası, onun büyüklüğünün ortaya çıkması ve olabilecek edepsizliklerden kurtulmasıdır."Seyyid Sıbgatullah hazretleri Bitlisde bulunduğu sırada bir gün sabah namazından sonra; "Ölümüm sonbaharın sonuna doğru olacak." Başka bir zaman Abdurrahmân Tâhînin de bulunduğu bir sırada oturduğu odanın boşaltılmasını emir buyurdu ve vasiyetini yazdıracağını bildirdi. Abdurrahmân Tâhî; "Efendim bu vasiyet de ne oluyor?" dedi. "Bana ilhâm yoluyla yaşamayı veya ölmeyi tercih etmem istendi. Rûhum âhireti diledi." buyurdu. Abdurrahmân Tâhî hazretleri; "Efendimiz sizin hayatta olmanız insanların hayrını çoğaltır. Sadaka veriniz, zîrâ sadaka kaderin hükmünü önler. Kaderin hükmünün kesin olmayıp, sadaka verip vermemeye bağlı olması muhtemeldir." dedi. Bunun üzerine Sıbgatullah Arvâsî hazretleri emir verip çokça sadaka dağıttırdı. Fakat ertesi gün sâlihâ bir kadın gelip; "Eyvâh! Eyvâh! Gavs-ı Âzam şu alçak dünyâdan ayrılıp, Hakka kavuşma yolculuğunun eşiğindedir." dedi. "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordular. Kadın; "Gavs bana dedi ki: Daha önce hastalanınca sadaka veriliyor ve ecel tehir ediliyordu. Halbuki bu sefer ecelim kesindir. Zîrâ Kazâ-i mübremdir. Ona hiçbir şey engel olamaz, buyurdu." dedi.Hazret-i Gavsa halîfesi Abdurrahmân Tâgî, Teşrin-i sânînin Kasım ayının dokuzunda; "Daha önce belirttiğiniz ecelinizin vakti geçti." dedi. "Hayır geçmedi. Çünkü Kânun-ı evvelin Aralık ayının ilk on günü de sonbahardan sayılır." buyurdu. Bir gün; "Cumâ günü, ölüm için güzel bir gündür. Fakat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Pazartesi günü vefât etmiştir. Şeyhim Seyyid Tâhâ iseCumartesi günü vefât etti." buyurdu. "Cumartesi günü" sözünü bir kaç kere tekrar etti. Kendisinin bu günde vefât edeceğini tahmin etti.Ölüm öncesi hastalığı sırasında kendisini ziyârete gelen kimselere hastalığının şiddetinden bahsetmediği gibi, aksine iyi olduğundan bahsederdi. Hattâ vefât ettiği gün, akrabâları izin isteyip köylerine gittiler. Çünkü sıhhatinin yerinde olduğunu gördüler. O günlerde çorba suyundan başka bir şey yemiyordu. Hastalığı sırasında hiç uyumuyor, sâdece kıbleye karşı oturuyor, bâzan sağına, bâzan sol tarafına yaslanarak murâkabede bulunuyordu. Ölüm hastalığı sırasında hiç inlemedi. Sekerât-ı mevtinden önce yerine halîfe bıraktığı oğlu SeyyidBehâeddîni yanına çağırdı. "Evlâdım! Talebelerim sana emânet. Onları büyük bir îtinâ ile yetiştir. Gözün gibi koru. Sohbet ve teveccühlerini üzerlerinden esirgeme. Sakın şöhret isteme. Allahü teâlânın emirlerini yap, yasaklarından kaçın. Dîne muhâlif iş yapma. Seni yetiştiren hocanı ve Allahü teâlânın dostlarını incitme, onların her zaman gönüllerini almayı ihmâl etme." buyurdu. Dostlarıyla vedâlaştıktan sonra da; "Ben ölünce arkamdan ağlamayınız." buyurdu. Sonra bir müddet murâkabe hâlinde kaldı.İki küçük oğlunu Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Burhanı zâhirî ve mânevî terbiyeleri için Molla Abdurrahmân-ı Meczûba teslim etti. Seyyid Tâhâ hazretlerinden naklederek; "Kılıç kınından çıkmadıkça, bir şey kesemez." buyurdu. Vefât ettiği Cumartesi günü öğleden sonra Sekerât-ı mevt hâline girdi. Bu hâlinde yanına giren Abdurrahmân Tâgî ve MollaAbdurrahmân Meczûb, sessizce "Yâsîn" sûresini okudular. "Beni doğrultun." buyurdu. Doğrulttular. Tekrar; "Beni yatağıma uzatın." buyurdu. Birkaç defâ doğrulttular ve tekrar yatağa uzattılar. Ölüm hastalığının ızdırabı fazlalaşınca, Abdurrahmân Tâgîye bakarak; "Böyle olsun bakalım." dedi ve ölümü tercih ettiğini belirtti. Sarığını çıkardı. Göğsüne buz koydular. Yâsîn-i şerîf sûresini yüksek sesle okumalarını tavsiye buyurdu. Rabbine bir an evvel kavuşması ve ecelinin çabuk son bulması için duâ edilmesini ve bunun için, oğluna sadaka vermesini emretti. Bu sırada yanına girenlere oturmalarını söyledi. Ağır sekerâta girip rûhunu teslim edeceği zaman, sekerâtın şiddet ve ağır hallerinden hiç şikâyetçi olmadı. Kendisini yatağına koymalarını isteyince, kollarından tuttular. Lâkin yatağa kadar yürüyerek gitti. Yüksekliği bir dirsek boyu olan sedirine kendisi çıktı. Sağ yanına yaslandıktan sonra tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. O anda odanın içine bir güzel koku yayıldı. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de duydular. Bu koku defin esnâsına kadar devâm etti.Oğlu Celâleddîn Efendi, cenâzesini yıkadı. Yıkama esnâsında yakın hizmetçisi Ali Efendi ve Abdurrahmân Tâgî ona yardım ettiler. Techiz ve kefenlenmesi yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenâze namazı kılındı ve Gaydada defnedildi.Mübârek kabri sevenleri tarafından ziyâret edilmekte feyz ve bereketlerinden istifâde edilmektedir.Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin yolu, başta halîfesi ve oğlu Seyyid Behâeddîn hazretleri, diğer halîfeleri Abdurrahmân Tâgî, Şeyh Hâlid-i Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Behtânî, Sofî Mustafa Kûlâtî, Ali Can Külpikî gibi zâtlar tarafından devâm ettirildi.Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin on kardeşi vardı. Bunlardan birisi; zâhid yâni dünyâya ehemmiyet vermeyen, cömert ve velî bir zât olan Seyyid Molla Resûl Zeki idi. Diğerleri; Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nûreddîn, Seyyid Abdülmelik, Seyyid Abdülkahhâr, Seyyid Abdülgaffâr, Seyyid Muhammed, Seyyid Âbid, Seyyid Abdülganî, Seyyid Mevlânâdır. Bunların hepsi âlim ve zâhid olup, zamanlarını medreselerde geçirirlerdi.Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin, Seyyid Celâleddîn, Seyyid Behâeddîn, Seyyid Hamzâ, Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Hasan adlı oğulları vardı. Ayrıca Seyyid Bahrî, Sultan Veled ve Burhâneddîn adlı üç oğlu ise küçük yaşta vefât etmişlerdir.

Şeyh Abdurrahman Tahi Hz. Hayatı

Ailesi:Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) hz.lerinin hayatı hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz. Fakat ailesinin bulunduğu ev halk arasında sûfi evi olarak meşhurdur. Şeceresi hakkında kesin bir delil elde edemedik.Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) hz.lerinin babasının adı Molla Mahmud´tur. Kemâlat sahibi, ilmiyle âmil, sünnetleri yerine getiren, müteheccid (teheccüd namazını kılan) ve gözü yaşlı bir zat olarak bilinirdi. Önceleri Kadiri tarikatına mensuptu. Daha sonra Nakşibendiliği ise Şeyh Salih-i Sipiki’den (k.s) almıştır.Babası Molla Mahmud´un erkek kardeşleri yoktu. Bir kız kardeşi vardı. Saliha kadınlardan olan kız kardeşi Kadiri tarikatındandı ve kerameti ile meşhurdu.Abdurrahmân-ı Tâğî´nin (k.s) annesi Meyasin adında saliha bir kadın idi. Molla Muhammed´in kızıdır. Molla Muhammed, Seyyid olup Hüseynî koldan gelen, büyük bir alimdir.Seyda (k.s) anne tarafından dedesi hakkında şöyle diyor:-Ben küçük iken dedem Molla Muhammed elini omuzuma kor ve şöyle derdi;-Bizim ailemizin ilmi, irsî olarak dededen oğula devam eder. Halbuki benim oğullarımdan hiç birisi bendeki ilmi talep etmedi. İlmime vâris olacak sen varsın.Seyda´nın (k.s) annesi de kemâl sıfatları ile meşhur idi, gıybet yapmaz ve boş sözlerle meşgul olmazdı. Kocası evinden ayrıldığında, kadınların arasına gitmez, evinin kapısını kapatır, uzlete çekilirdi. Allah´ın zikriyle ünsiyet ederdi.Doğumu ve Çocukluğu:Seyda (k.s) Hicrî 1247 miladi tarihinde Şirvan´da doğmuştur. Seyda (k.s) o zamanın adeti veçhile doğarken göbeği; Hz.Yusuf ile Züleyha hakkında yazılan bir aşk kitabı üzerine kesilerek Allah´a aşık bir zat olması arzu edilmiştir.Seyda´nın (k.s) alnında, daha küçük iken bile ilahi aşkın izleri alnında görülüyordu. Bir çok sefer anne ve babası, onun hakkında şöyle derlerdi:-Cenabı Allah´ın bize lütfettiği bu çocuk, başka çocuklara benzemez. Bunun beslenmesini eller ile değil kalbimize yerleştirerek ihtimamla yapmamız gerekir.Daha küçük yaşta iken Kur´an-ı Kerim´i ve itikat ile ilgili bir küçük kitabı okudu. Annesinin güzel terbiyesi sayesinde başka çocuklardan fark edilirdi. Boş işlerle meşgul olmazdı. Seyda (k.s) şöyle derdi: "Annemin güzel terbiyesi ile ervah alemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah´tan gafil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm."Seyda (k.s), on yaşına ulaştığında annesi vefat etti, babasıyla kaldı. Şafiî fıkıh kitaplarından İmam Râfii´nin "Muharrer" kitabını okudu. Daha sonra arapça gramer ilmine başladı. "Had-âikû´d-Dekâik" kitabına kadar babasının yanında okudu. Daha sonra, memleketin meşhur âlimlerinden Molla Abdüssamed´in yanına gitti. O vefat edince Gavs-ı Azam (k.s) hz.lerinin kardeşinin oğlu, büyük alim Molla Diyâuddîn´in yanına gitti. Onda Molla Cami´ye kadar okudu. Molla Diyâuddî´nin o kadar sevgisine mazhar oldu ki, gece-gündüz O’ndan ayrılmazdı. Daha sonra, çevredeki meşhur âlimlerden okuyarak ilmini bitirdi.Sonra, babasına vakfedilen Ispahart´daki medresede ders vermeye başladı. Medrese eğitimi sırasında en fazla ilişkide bulunduğu kimseler, dünya ile ilgisi olmayan dervişlerdi. Cezbe hali çok fazlaydı. Semâ ve kaside dinlemeye iştiyakı vardı. Talebeleri çoğu sefer dışarı çıkartıp; akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek ders verirdi. Bazen verdiği kitapta müşkül meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilahi aşka dair bir kaside söylenmesini isterdi. Meselelerin cevabını (çözümünü) Allah´tan isterdi.Seyda-i Tâğî (k.s) bu dönemi için şöyle buyuruyor: -Bana yol gösteren bir mürşid, bağlı olduğum bir tarik madiği halde, Cenab-ı Allah, beni günahlardan koruyordu. Bir gece, kötü bir yere gitmeye niyyet ettim. Yolda giderken, çamur yerde ayağım kayıp yere düştüm. Eve dönüp elbisemi yıkar başladım. Temizliğimi sabah olduğunda bitirebilmiştim.Seyda (k.s) yüksek bir himmete sahip olduğundan dünyevi rütbelerle kanaat etmezdi. Osmanlı Devleti, kendisine bulunç nahiyenin müdürlüğünü, kadılığını ve müderrisliğini verdiği halde bunlara iltifat etmedi. O, kendisini Allah´a ulaştıracak bir Mürşid-i Kâmil arıyordu.Tarikata İntisabı ve Mürşidleri:Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s), son hastalığı sırasında, Gavs-ı Hizâni´ye (k.s) intisap edişine kadar geçen hayatını, sohbet ve yakıçı bir muhabbet üslûbu ile şöyle anlatmıştır :-Vallahi, ömrümün başından şu ana kadar Allah´tan başka tek gayem olmamıştır. Yalnız arada çok kısa bir süre geçirdim ki onu sonra anlatırım. Doğduğum zaman, anam göbeğimi Mevlana Molla Cami hz.lerinin eserlerinden biri olan "Yusuf ile Züleyha kitabı üzerinde kesmiştir. Meme dönemimin nasıl geçtiğini bilmiyorum. Yalnız beni görenler halimi beğeniyorlarmış.Memeden kesildikten sonra bir emirin yetişkin çağa gelmiş bir kızından hoşlanır olmuşum. Öyle ki o kız beni taşısa veya yanımda dursa susuyor aksi halde ağlıyormuşum. Daha sonra, yedi yaşımda iken anamın vermiş olduğu terbiyenin etkisi ile, sevgiye dönük tabiatım, korku tabiatına dönüştü. Böylece ölümü, azabı ve diğer korkutucu akibetleri düşünmeye başladım.O sırada anneme "Çocuklar için azap yoktur" deyince, annem bana "Evet, öyledir. Çünkü onlar cahildirler. Oysa ki sen âlim bir sülalenin çocuğusun. Sana çok şeyler anlatıldığı için sen artık âlim oldun ve bu yüzden senin için azap vardır" dedi.Ben de çocuklarla oynarken onlar çirkin bir söz söyleyince veya günah olan bir hareket işleyince onlara:-Ben böyle yapmam, böyle bir söz söyleyemem, derdim. Çocuklar bana niçin? deyince kendilerine:-Çünkü Allah´tan korkuyorum, derdim. Bunun üzerine çocuklar bana:-Bizler günahları yazılmayan çocuklar değil miyiz? diye sorunca kendilerine:-Annem bana diğer çocukların günahları yazılmaz ama seninkiler yazılır, dedi diye cevap verirdim.On iki yaşına girinceye, bulûğ çağının eşiğine dayanıncaya kadar bu korku ile yetiştim. On iki yaşındayken bir arkadaşımın teşviki ile yabancı bir kadına âşık olmaya kalkıştım. Bu işe çok önem vermeme rağmen sırf Yüce Allah´ın lütuf ve keremi sayesinde isteğime eremedim. Fakat bu yüzden on üçüncü yaşımın sonuna kadar devam eden bir gaflet haline düştüm. On üç yaşımı bitirip de bulûğa erince Molla Ziyaûddîn Arvasî´ye başvurdum. Bu zât, muhabbet ve ülfete fazlasıyla dönük tabiatlı bir insandı. Bana:-Muhabbete denk gelecek hiçbir şey yoktur, dedi. Ayrıca bana muhabbetin özelliklerini açıkladığı gibi muhabbet sahiplerinin abidlerden ve zahidlerden daha üstün olduğunu anlattı. O´nun telkinlerinin etkisi ile tekrar eski muhabbete dönük mizacım geri geldi. Fakat bu yeni mizacımda mecazî aşklara artık yer yoktu. Bunun üzerine Hacı Emin Şirvanî Hazretlerine başvurarak onun tarikatı olan, Rufaîlik tarikatına girdim ve O´na biat ettim.Arkasından da virdlere, zikirlere ve nafile ibadetlere giriştim. Bütün bunları cezbe ve muhabbetle yapıyordum. Fakat bir süre sonra Hacı Emin Şirvanî, Şeyhi Abdurrahmân Talebani Hazretleri tarafından reddedilince Şeyh Hamza Telvi Hazretlerine vararak O´na biat ettim. Bir süre O´nun müridi olarak kaldım. Bu arada muhabbet ve cezbe halim kuvvetli bir şekilde devam etti.Bir süre sonra Yüce Allah gözlerimi kâmil bir mürşidin ellerinde açtı. Bu öyle büyük bir Şeyh idi ki, Kadiri tarikatından Seyyid Nurettin Birgivi hazretlerinden sonra, O´nun kadar saf, temiz ve gerçeğe yaklaşabilmiş bir şeyh yoktur. Bu sözlerimle Şeyh Abdülbari Çarçahi hazretlerini kastediyorum. Yeni şeyhim beni hemen tasarrufu altına aldı. Bana oruç tutmak, az yemek, az uyumak, kirli elbiseler giymek ve sık sık mezarlıkları ziyaret etmek git çok riyazetler yaptırdı. Öyle ki, bazan geceleri bir iki saat mezarlıkta kalırdım. Hatta Tahi köyünün mezarlığında açık bir mezar vardı. İçinde ölü kemikleri yoktu. Bazı geceler bu mezara girer ve orada sabahlardım. Bu arada dünyadan, insanlardan ve dünya hazlarından uzaklaşmış, soğumuştum. Şeyhim bana bir gün bir gece boyunca yüz yetmiş bin kere tehlil (Lâilâheillallah) dememi emretmişti. Bana derdi ki:-Kalbini ateş taşı ve Lâilâheillallah cümlesini de ateşi demir parçası say. Kalbini bu yüce cümle ile muhabbet ve cezbe ile döv. Böylece demir darbeleri altında kalan taşlarda görüldüğü kalbinden kıvılcımlar çıksın. Ben de onun tarifine uyarak zikrederken önceleri kalbimde kıvılcımlar çıkıyor ve tüm kalbimi aydınlatıyordu. Arkasından cezbeye dayanan bir huzura kavuşuyordum. Öyle ki o zamanlar bu kemâlden daha üstün bir kemâl hal olmayacağını sanıyordum.Gavs-ı Azam Arvâsî (k.s) hazretleri o sırada Kulât´da oturuyor, sessiz ve gürültüsüz bir şekilde tasarrufunu gösteriyordu. O´nun müridlerinden biri olan Süleyman Erbu si, arasıra kulat köyüne gidip dönmüştü ki, kendisine alaylı bir ifade ile:-Kulat´daki sûfiler nasıldırlar, ne yapıyorlar? diye sorunca bana:-Vallahi falanca dereyi geçsen öyle demezdin, diye cevap verdi. Adamın bu sözü beni çok etkiledi. O sırada halife olarak görevli idim. Bir kaç müridim vardı. Bu müridlerimden birine "başımı ve sakalımı traş et" dedim. Oysa daha önceden içimden sakal tıraş etmemeye karar vermiştim.Zaten Kadiri halifeleri sakallı oluyordu. Müridim bana;-Kendine ne yapıyorsun dedi.-Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi. Kulat´a gidiyorum, dedim. Bunun üzrine müridim bana:-Halife oldun, müridlerin var. Bu noktaya vardıktan sonra Kulat´a gidip o cahil sûfilere katılıyorsun. Vallahi sen delisin, dedi. Kendisine:-Ne dersen de, beni etkileyemezsin, buna göre konuşmaktan vazgeç diye cevap verdim. O gece içimde büyük bir endişe ve sıkıntı belirdi. Sabaha kadar uyuyamadım. Seher vakti gelir gelmez derhal Gavs-ı Azam hazretlerinin o müridinin evine vardım, kendisini uykusundan uyandırarak.-Benimle birlikte gelir misin? dedim. Adam da:-Gelirim, dedi. Böylece seher vakti yola koyulduk.Daha önce o müridin sözünü ettiği dereden geçerken kalbimde acaip bir etki hissettim. Böylece Kulat´a varınca Yüce Allah gözlerimi Cennet bahçelerinden bir bahçede açtı. Başkasının bir yılda üzerimde sağlayamayacağı tasarrufu Gavs-ı Azam hazretleri bende bir günde sağlamıştı. O sırada dillerin ifade edemeyeceği, kulakların duyamayacağı acaip bir haller duydum ve gördüm. O zaman daha önce elde ettiğim hallerin gafletten ve boşu boşuna ömür harcamaktan başka bir şey olmadıklarını anladım.Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) daha sonra Gavs´ın (k.s) yanına gitti. Bütün dünya işlerinden ayrılarak Abdurrahmân-ı Tâğî kalmayı istedi. Gavs (k.s) kendisine "Lafza-i Celâle" devam etmesini emretti. Sabahleyin Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s), Gavs´a (k.s) şöyle dedi:-Kurban ben her şeyde Lafza-i Celâlin zikrini duyuyorum. Hatta önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.Gavs (k.s) kendisine Ispahart nahiyesinde kadılık yapmasını emretti. Seyda (k.s) orada bir veya iki sene kadar kadılık yaptı.Kadılık yapmasında iki büyük hikmet vardı:Birincisi; dünya azizliğini gördükten sonra zillete düştüğünde durumunun ne olacağını denemek.İkincisi; O´na ayrılık eziyetini çektirerek arzu ve iştiya artırmak.Gerçekten de kadılık müddetince devamlı mürşidi için kaside söyleyerek aşkla meşgul oldu. Muhabbeti günbe gün artardı. Bu müddet içerisinde zaman zaman mürşidinin yanına giderek hasretini giderirdi.Gavs’ın (k.s) emriyle kadılık işinden ayrıldıktan sonra dünyadan tamamıyla uzaklaşıp, mürşidinin kapısında hizmet kemerini bağladı. Bu arada cahil kimselerin kendisine layık olmayan sözleri söylemelerine kulak asmadı. Daha önce ailesiyle birlikte izzet ve bolluk içerisinde yaşarken o kadar fakirliğe düştüler ki ekmelrini başka kapılardan isteme durumuna geldiler. Çocukları küçüktü. Hizmetlerini görecek başkalarının zulmünden muhafaza edecek kimseleri yoktu. İki saliha hanımı vardı. O kadınlar bölgenin şerefli ailelerinden oldukları halde Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) hz.lerinin, içine düştüğü fakirliği onunla birlikte teslimiyet içerisinde paylaştılar.Aile efradının durumu ve fakirliği hakkında kendisiyle konuşmak isteyenleri dinlemezdi. En sadık dostlarından ve müridlerinden biri olan Molla Hüseyin bu konuda şöyle diyor:-Seyda Kulât köyünde Gavs´ın (k.s) yanında iken oraya gittim. Yanına varınca ailesinin durumunu kendisine bildirmek istedim. Teveccüh´ten sonra bildirmemi söyledi. Teveccühten sonra yanıma gelip şöyle dedi:-Eğer ailemin üzerine eviniz yıkılsa, Ziyâuddîn dahil olmak üzere hiçbirisi kurtulmaz. -Allah´a şükürler olsun- bana hiçbir tesiri olmaz." Ben kendisine;-Elhamdülillah hepsinin durumu iyidir dedim.Mürşidinin Yanındaki Durumu:Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) Mürşidinin yanında hiç bir hizmetten geri kalmıyordu. Gayet fakirane yaşardı. Giyeceklerine dikkat etmez, bazan ayakkabısı bazan gömleği bazan da ceketi olmazdı. O bunlara aldırış etmez, hizmetine devam ederdi. Ayakları kanayıncaya kadar hizmet yapar, uyumak içinde kendine bir yer ayarlamazdı.Bütün gaye ve maksadı, mürşidinin sohbetinde oturmak ve rızasını tahsil etmekti.Çoğu gece uyumaz. Gavs´ın (k.s), odasının penceresine bakan bir taşın üzerine oturur, yaz, kış, yağmur, kar demez sabaha kadar o taşın üzerinde beklerdi.Şeyda (k.s) bu şekilde eziyet, meşakkatlere devam etti. Dokuz sene ehlinden, vatanından uzaklaşarak Gavs´ın (k.s) hizmetinde bulundu. Kemalât makamlarına ulaştı. Hilafet alarak irşadla görevlendirildi.İrşada çıkmadan evvel bütün arazisini satarak Allah yoluna harcadı. Tevekkülünü denedi.Bu konuda Abdurrahmân-ı Tâğî (k.s) şöyle dedi:İnsanlardan dünyayı terketmelerini isterken nefsimin dünya malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gavs´ın himmetiyle Allah´a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm.İrşada çıktığında Verkanis köyündeki halifesi Şeyh Fethullah´ın dedesi Şeyh Muhammed´in türbesini ziyaret etti. O türbede işaret edildi ki Abdurrahman-ı Tâgi (k.s) " Seyda" adıyla meşhur olacak.Daha sonra Hacca gitti. Medine´deki bulunan İmam-ı Rabbani´nin (k.s) torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar ile buluştu. Hacc´dan döndükten sonra irşad vazifesinin gereklerini yerine getirmeye başladı.Abdurranman-i Tâğî ´nin (k.s) Kemalâtına İşaretler:Son hastalığı sırasında Şeyh Abdurrahman-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdu:-Bana Hac mevsiminde Mina´da olduğum gösterildi. Hacca gelenlerin hepsi bütün velilerin ruhlarıymış. Bu ruhlar benim için Allah´tan af ve mağfiret dilediler. Allah´ın beni tamamıyla affettiğini ümid ediyorum.Daha sonra Yüce Allah, kıyamet gününde olacağı şekilde bana tecelli etti. Ben Allah´ın (C.C) seven (vedûd) ve esirgeyen (Rauf) oluduğunu biliyordum. Fakat o görünürde hükmedici ve hakikatta merhamet edici bir tavırda:-Sen nerede, ben (Yüce Allah) nerede" buyurdu. Bu sözün lezzeti her yanımı sardı. Öyle ki şimdi uyanık halimle bile o sahneyi görüyorum.Bu vakıa sırasında raksetmek istedim. Sen bu isteğime ne dersin? Kendisine-Bizim tarikatımızda raks yoktur, dedim. Bana " Nasıl yok olur, Peygamber Efendimiz (a.s) Cafer-i Tayyar´a (r.a):-Sen benim yaratılışıma ve huylarıma benzedin, dediğinde Cafer-i Tayyar (r.a) Efendimiz´in (a.s) huzurunda raksetmeye başlamıştır." dedi.Ben de:- Caferi Tayyar´ın (r.a) raksı onun elinde olmayarak meydana gelen ve vecde dayanan bir raks idi. Sizin sorunuzu ben kendi isteğiyle raksetmek olarak anladım. Eğer içeri girdiğimde sizi vecd halinden dolayı raksederken görseydim çok hoşuma giderdi, diye cevap vermem kendisinin hoşuna gitti.Rüyamda bütün velilerin konaklarını üstüste yükselen katlardan meydana gelmiş bir büyük bina halinde gördüm. Gavs-ül Azam Abdülkadir Geylâni (k.s) beni başı üzerine alarak üst katlara çıkartarak oradaki bir döşek üzerine oturttu.Halifeleri:I- Şeyh Muhammed Sami (Erzincan)2-Şeyh İbrahim Çokreşi (İşaretler kitabını derleyen)3- Şeyh Halil Çokreşî4- Şeyh Mustafa (Bitlis)5- Şeyh Süleyman (Bitlis)6- Şeyh Yusuf (Bitlis)7- Şeyh Fethullah (Verkanis)8- Şeyh Abdülhâdî Çarçahî9- Şeyh İbrahim (Bulanık) 10-SeyyidTahir Abtl11- Molla Ahmet Taşkesenli (Erzurum) 12-Molla Abdullah (Hîzan)13-Şeyh Abdullah (Nurşin)14-Şeyh Reşit (Nurşin)15-Seyyid İbrahim (Siirt)16-Şeyh Abdulkahhar (Siirt) Zukayd.17-Şeyh Abdulhakim (Siirt)18-Şeyh Abdulkadir Melekand (Hezan)19-Haceli Yusuf (Hınıs)ABDURRAHMÂN-ITÂĞδ NİN (K.S) VEFATISeyda-i Tâğî (k.s), bütün ömrünü ilim ve irşad hizmeti ile geçirmiştir. Allah rızası için insanlara iyiliği emrederek, kötülükleri yasaklayarak tarikat ve hakikat yolunda ilerlemelerine çalışmıştır. On sekiz yıl kaldığı irşad görevinde bulunduğu beldeyi dünya muhabbetinden Allah´a davet etmede bir an geri kalmamıştır.Ariflerin Kutbu Seyda-i Tâğî (k.s) hz.leri son hastalığından önce ve hastalığı sırasında kemâline delâlet eden ve öleceğine işaret eden bir kaç menkıbesini halifesi İbrahim Çokreşi´den naklediyoruz:Şeyh hz.leri irşad sırasında bulunduğu bir köyde bana dönerek şunları söyledi:- SadeddinKaşgari (k.s) hz.leri, ömrünü halkın irşadı ile geçirdikten sonra son günlerini bütün gayreti ile iç murakabeye ve toplamaya vermiştir. dedi.Ben de kendisine Gavs -ı Hizâni (k.s) hz.lerinin-Ricat ehli ölüm hali sırasında istiğrak haline geçer dediğini naklettim. Bu sözlerime şu karşılığı verdi:- O hal Yüce Allah´ın, ölüm hali sırasında feyiz ve bağışıdır. Bu halin gayretle gerçekleşecek bir gelişme olduğunu söyleyemem. Buna rağmen bu andan itibaren inşaallah bu gelişmeye ermek için çalışacağım.Abdurrahman-i Tâğî (k.s) ölümünden önce ağır hastalığına rağmen hiç bir sünnet namazını bırakmaksızın hepsini ayakta kılar, akşam ile yatsı arasında rabıta ile iki tulü vakti arasındaki zikri asla bırakmazdı.Oysa bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabiliyor, hatta yine de oturamayınca sırtını duvara dayıyordu. Bu durumunu kendisine hatırlatarak "sen hastasın, bu şekilde ibadet yapamazsın" diyenlere aldırış etmiyordu. Hatta bu şekilde konuşmamalarını istiyordu.Hastalığı sırasında kendisini ziyaret için gelen müridlerin şu edeplere riayet etmelerini istedi:-Ziyaretime gelenler tam bir edep ve huzur içinde yanıma girsinler. Çünkü velilerin ruhları devamlı olarak odamda bulunuyor. Edebe aykırı yapılan bir davranış, yapan kimseyi zarara uğratacağı gibi kendimi de o davranıştan zarar göreceği çekmiyorum.Yanıma girdiğinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz aynı olsun. Çünkü hastalığım sırasında değişik arzularınızın bana yansımasından rahatsız oluyurum.Abdurrahman Tâğî (k.s) hz.leri, son gecesinin seher vaktinde Peygamber Efendimiz’in (a.s) açıkça kendisine görünerek bal ve şerbet yemesini emrettiğini ve şöyle buyurduğunu söyledi:- Emir hazretleri isteyeni meclisine çağırdı, isteyeni de hizmete devam etmek üzere geri bıraktı.Bu sözlerinden sonra kendisine:-Aklınızdan yolculuk geçiyor mu? diye sorulunca: Evet, hem de çok geçiyor. Eğer aklımdan yolculuk geçmeseydi, Peygamberimiz (a.s) açık bir şekilde bana görünemezdi.Bu arada o günün ikindi vakti sıralarında eşi Seyyide Kadriyye´nin eteğinden tuturak şu beyti okudu:Kabe hareminin harimine vasıl olamazsın, Eğer evlad-ı âlinin eteğine yapışmazsanBu beyti şefaat dilemesi gayesiyle okuduğu mübarek yüzündeki ifadeden açıkça anlaşılıyordu.Abdurrahman-i Tâğı (k.s), son hastalığı sırasında bir yolculuk dönüşü ağır hastalığına rağmen ailesine ve yakınlarına şöyle hitap etti:- Allah´ı ve O´nun Rasûlü Efendimiz´i (s.a) sevmeyi, şeriata bağlanmayı ve Şeyh Fethullah Verkenasi´ye itaat etmeyi sakın ihmal etmeyin.Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muamele etti ve rahmet nazarıyla baktı. Evlâtlarına ise pek iltifat etmedi. Yalnız bir kere Molla Ziyâüddîn´e şöyle söyledi:-Oğlum, Şeyh Fethullah, senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni öbürlerinden üstün tutar.Bu sözlerinden sonra bakışları son nefesine kadar bağlılarının üzerinde kaldı.Komaya girip çıktığı son anlarında şunları söyledi:-İki meleğin ruhumu almaya geldiklerini gördüm. Onlara:-Sizin ruhumu almanıza razı değilim. Ben çok sayıda alime hizmet ettiğim için ruhumu alimlere mahsus meleklerin almasını istiyorum.Bir süre sonra benim ruhumu almaya gelen meleklere Yüce Allah’ın (C.C) :-O´nun ruhunu, benim dostlarımın ruhunu alan alsın, buyurduğunu duydum. Bu emri duyunca "o çabuk gelsin" dedim :Daha sonra Molla Abdülkahhar´a dönerek:-Güzel sesinle üzerime Kur´ân-ı Kerim oku, dedi.Gece yarısına doğru çok sevdiği bir aile ferdini çağırdı. Peygamber (s.a) Efendimizin´in vefat etmek üzere iken Hz.Aişe´ye (r.a) çok yakınlık gösterdiğini hatta başını O´nun göğsü ve çenesi arasına dayayarak öyle vefat ettiğini bildiği için son anlarını aynı şekilde geçirmek istedi. Vücudunu o yakınının koluna dayadı, elini eline koydu. Bir süre sonra elini çekerek sağ memesinin altına gelecek şekilde koynuna soktu. Bu durumda kuşluk vaktine doğru saat dokuz civarında Rabbine kavuştu.Vefat tarihi Hicri 1304 Rebiülevel / Miladi Miladi 1923 Aralık ayının yirmisine rastlayan perşembe günüdür.